Kıyamet sonrası bir manzaranın üzerinde, ruhlar tarafından lanetlenmiş, suçluluk hissi ile dolu bir kadının dramını izlerken nefeslerimizi tuttuk. Söz konusu kadın, kocasını terk etmekle ölmeyi seçmek arasında bir seçim yapmak zorunda. Ancak bu seçim, yüzleştiği hayat ve ölüm arasındaki o ince çizginin çok ötesine geçiyor.
Film, distopik bir geleceği izleyicilere sunuyor. İnsanlığın içinde bulunduğu durum adeta bir kabus gibidir. Öyle bir dünya tasvir ediliyor ki, bırakın hayatta kalmayı, bir an bile nefes alabilmek bile mucize gibi. These fantastic elements combined with the eerie spirits that haunt the wasteland create a spine-chilling atmosphere that keeps the audience at the edge of their seats.
Bu çorak araziye, fazlasıyla hüzünlü bir formda damga vuran suçluluk hissi ile mücadele eden kadın karakteri ise tüm bu karanlık atmosferin içerisinden sivriliyor. Öyle ki, hikaye boyunca onunla birlikte biz de bu göz kamaştırıcı, kasvetli macerada derinlere dalıyoruz. Kendi kaderi ve kocasının hayatının neredeyse tek belirleyicisi olan bu kadın, hayatta kalmak ve kocasını bırakmak arasındaki bu ikilemi izleyiciye hissettirebiliyor.
Bir yandan hayatta kalmaya çalışırken, diğer yandan ise kocasını bırakmayı göze alamayan bu kadın karakterinin içinde bulunduğu durum, izleyicinin tüm dikkatini çekmeyi başarıyor. Ve bu sırada, bizler de karakterin ruh hali, içinde bulunduğu çıkmaz ve korkuları ile birlikte dalıyoruz bu karanlık distopya dünyasına. Anlatı her ne kadar karamsar olsa da, film izleyicisine insan olmanın ve sevdiği için fedakarlık yapmanın önemini hatırlatıyor. Bu durum, izleyen herkesin içinde kendine dair bir şeyler bulabileceği bir hikaye anlatıyor.