Lucien de Rubempré, genç ve alt sınıf bir şair, ailesinin baskı evini terk ederek Paris'e doğru yol alır. Ancak kısa sürede, sanat işinin karanlık yüzünü öğrenirken, kendi ideallerine ve hayallerine bağlı kalmaya çalışır. Paris'in bu karmaşık sanat dünyasına ilk adımını atarken, Lucien'in idealistliği ile gerçek dünyanın çatışması sinema seyircisini derinden etkiliyor.
Bu hikaye, her ne kadar bir şairin hayatını anlatsa da, bir sanatçının hayalleri ve gerçek dünyanın acımasızlığı arasında geçen savaşı universal bir boyutta ele alıyor. Lucien de Rubempré'nin karakteri, saf ve masum biri olarak başlasa da, Paris'in göz kamaştırıcı ve acımasız sanat dünyası içerisinde kendisini bulurken çoğu zaman hayal kırıklığına uğruyor.
Zamanla, Lucien, sanatın bu kirli yüzüyle başa çıkmak için kendi değerlerini ve ideallerini sorgulamaya başlar. Ancak hayallerine sadık kalmayı hedefleyen genç şairin, bu karanlık dünyada kendini sürdürebilme çabası, hikayenin en dikkat çekici noktasını oluşturuyor. Bütün bu süreç boyunca, izleyici, Lucien'in hem iç dünyasındaki hem de etrafındaki değişimlere tanıklık ediyor ve onunla birlikte hissediyor. Bu bakımdan, film, sadece bir sanatçının değil, aynı zamanda bir insanın hayaller ve gerçekler arasındaki çatışma sürecini anlatıyor.
Kısacası, Lucien de Rubempré'nin hikayesi, hayallerine bağlı kalarak sanat dünyasında ayakta kalmaya çalışan bir sanatçının çarpıcı portresini çiziyor ve izleyicilere, sanatın arka tarafındaki karanlık gerçekliği gözler önüne seriyor. Artılarının ve eksilerinin yanı sıra, hikayenin genel tonu ve atmosferi, izleyiciyi etkileyici bir deneyime sürüklüyor. Bu yüzden, bu filmi, özellikle sanat ve sanatçının toplumdaki yerine dair bir bakış açısı arayan izleyicilere kesinlikle öneririm.